30 Haziran 2023 Cuma

Tohum

Adriaen van Ostade, Inn Scene, 1635.

Bahçeye bir tohum düştü son ısırığından 

Mevsim sonbahar, aylar içinde eylül ile müsemma olanında

Bir ürperti verdi tenine değen rüzgar

O ürpertiydi kavuşturan toprağa

O topraktı eriştiren hayata

Su ve aşk eşliğinde bir yolculuğun başlangıcıydı bunlar

Artık geri dönülmez bir hikaye “ben de varım!” diyordu

Günler ızdırab idi ateşten daha şiddetli bir intizarla

Vakit aşılması gerekli bir engeldi dağların ardına bakmaya niyeti olan için

Desem ki orada bir ordu! 

Desem ki orada bir korku!

Fakat unutma ümit korkuyu kollar, korku insanı zinde tutar

Bekleşmeler bekleşmeler, cıvıldaşmalar kıpraşmalar…


Tahmin yürüt bakalım nasıl olacak kekin tadı

Üzüm koysan da içine ya da koyduğunu sansan da 

Bir rastlantı olacak senin için

Şekeri bol, hamuru hepsi gibi, fırında çok kalmamalı

Her şey intizam üzere yürümeli

Eksik gedik sana hesap olarak kalmasın diye

Borçlu olunacaksa bari taksir girsin devreye

Serbest bırak zihnini bu kadarı ağır yük

Bu kadarı uçurumdan aşağı

Seyret elbette amma adım atma daha öteye, ayağın kaymasın aman!


Karşı kayalarda bir yuva

Kartalın mı çıyanın mı ne bilesin

Yok sahibi ki görüne de seni emin kılsın

Herkes yerinden memnun, kat’a yok imkan kımıldatmaya

Onun içindir belirdi içimde 

Sonu şöyle getirme iştiyakı

Onun içindir son kere: “ Memento audere semper!”*


*Her zaman denemeyi ve cesaret etmeyi unutma!




22 Kasım 2022 Salı

Ya rüyalarıma dahi uğramazsan


Morning(Fading), Gabriel Cornelius von Max, 1870


Ben artık başımı yastığa her koyuşumda

Bir korku ve bir ümitle sarmaş dolaşım

Bir korku ki ya rüyalarıma dahi uğramazsan

Bir ümit ki seni nasıl daha uzunca görürüm diye

Oysa yastık bana merkad olsa ne hüzün ne tasa

Yeter ki son gördüğüm çehre senin olsun


Her şey geçiyor gözümün önünden türlü pişmanlıklar, türlü hevesler…

Keşke daha uzunca oturaydım dizinin dibinde

Keşke kırılaydı dizim de kalkamayaydım önünden

Kalaydım oracıkta…


Bir çıtırtı gelir her gece karanlık odadan

Ben heyecanla fırlayıp baksam, belki sensindir

Ama mıh gibi çakılıp bulunduğum yere

Hatırlıyorum yine o mel’un korkumu

Ya sen değilsen? 

Ya uğramadıysan hiç haneme?


Genç adam mütereddit olmaz derken 

Neydi kastın? 

Buyduysa saik neden beni mahkum ettin 

İki muhalif ve çelişik hissiyata?

Bir çıkar yol sunmak sana yakışan değil miydi?

Bırakıp da kuyuda kulunu; mahrum, makhur, mahkum

Neydi muradın can çekiştirmekten gayrı?


Anahtar elindeydi, kapı önünde, niyet hayr fakat

Açılmayacak kapıya, kabul olunmayacak duaya

Seyredilmez cemale, söylenilmez ifadelere büründün!

Değildiyse amaç erişmekten başka

Neydi uğratan seni bunca zahmete?

Neydi bana seni bulduranın oyunu?

Bir gölge, iki adam, seyirciler ve dahası

Neydi belirsizliklere boğulmak

Neydi bir vahanın peşinde koşmak?


Sineye bir yare bırakıp merhem sürmeden

Mermi namluda ama tetiksiz bir silah

Çaresiz derde düçar eyleyen

Sen gibi zalim mi vardı onca efsanelerde?

Ki en merhametsizi yapmaz mı bu dahi seni

Ki en adaletsizi saydırmaya yetmez mi bu bile?

Oysa demeye varmaz dilim 

Sana merhametsiz bana aşık demeye

Oysa demeye imkan tanımaz gönlüm

Sana adaletsiz bana mazlum demeye.

13 Aralık 2020 Pazar

"Dua"nın Dahası

 

Albrecht Dürer, Dua Eden Eller, 1508

 

  "Dua"yı yalnızca bir sonuca ulaşma aracına indirgemek yahut bir menfaat/yarar eldesi maksadına hasretmek avam için tolere edilebilir bir hata olsa dahi az buçuk mürekkep yalamış kimselerce bu hataya düşülmesi kabul edilemez. Zira avam öğrenegeldiği galat-ı meşhur ile hayatını tanzim ve inşa sürecini büsbütün yıkmak ve yeniden yapmak sürecine cesaret edebilmek için destekleyici marifete sahip bir "biliş" ve "oluş" potansiyelinden uzaktır. Bu değişim ve gelişim halini bizatihi onlardan beklemektense bunu onlara hazır halde sunup kabullenmelerini sağlayacak bir kabul edilmiş, meşru ve etkin otoritenin varlığını tesis etmek daha kolay olacaktır. Konumuz ön kabullerin yıkılmasını kolaylaştıracak bir erkin inşa yahut tayini meselesi olmadığı için bu konuyu es geçelim.

  Asıl mesele şu ki insanlar neden dua etmeyi çoğunlukla maddi ve bazen de manevi mertebe, araç, sonuç, yarar, menfaat iktisabına indirgerler. Bunun temelinde küçük yaşta din öğretiminin ehil olmayan yahut avam denilebilecek aile veya sosyal çevrece ifa edilmiş olması sorunu mu vardır? Şahsi kanaatim bunun temelinde bu yetki problemi ve bu yetki probleminin imkan sağladığı şekil problemi; şekil probleminin de zincirleme etki doğurarak yol açtığı amaç problemi yatmaktadır. Şöyle ki bir çocuk sınırlı bilgi kaynağı ve olgunlaşmamış anlamlandırma sistemiyle çevresinde olup biten somut şeyleri ve o dönem itibariyle duyup ettiklerinden türeyen soyut problemleri düşünmeye ve bunlara dair bolca soru sormaya başlar. Burada sorunun muhatabı olarak ailenin ön kabulü şahsi kanaatimce bir yetki problemidir. Elbette ki her aile çocuğunu yetiştirebilme mutluluğuna erişme ve bu sorumluluğu yüklenme cesaretini gösterme hakkına sahiptir. Fakat bu mutluluğa erişme isteği bazen ihtirasa dönüşebilirken mezkur cesareti gösterme hali ise bir fütursuzluğa evrilebilir. Öyle ki burada artık bir büsbütün yetkisizlik hali yahut belki de daha hafif haliyle bir yetki aşımı söz konusu olur. Yani aile çocuğa her şeyi öğretmek pervasızlığına girmemeli, kaş yapayım derken göz çıkarmamalı, burada işin erbabı kim ise o konuda ondan fikir almalıdır. İşte tam da burada yetki problemine müteakip bir diğer problem şekil olarak göze çarpar. Buna göre ise anlatılacak şey doğru bir amaca işaret etse dahi kullanılan üslup ve ifade tarzının ait olduğu entelektüel seviye bir şekil problemi doğuracaktır. Ve en nihayetinde bu problemin ilintili olduğu şey amaç problemine yol açar. Zira burada amaç çocuğa doğru bilgiyi sunmak mıdır, çocuğu şekillendirmekten ibaret bir icraat mıdır yoksa zorunluluk hissinin bertarafını sağlamak adına başından savma gayreti midir? İşte bunların hepsi birbirine müteallik birer problem teşkil etmektedir. 

  Misalen küçük yaştaki çocuk, dini ve dinin konumlandırdığı kavram yahut varlıkları anlamlandırma ve benimse sürecinde çok doğaldır ki bazı arayışlara girişir. Bu arayışların direkt olarak ebeveyne soru şeklinde tezahürünün mümkün olması yanında bunların çözümlenmesi veçhesinden ebeveyni yahut içinde bulunulan sosyal çevreyi taklit hali de bir tezahür biçimi olarak karşılaşılması muhtemel gerçekliktir. Bu arayışların konusu olan kavramlardan biri de "dua"dır. Öyle ki çocuk merak eder: Dua nedir? Ne işe yarar? Ne zaman ve nerde yapılır? İçeriği nasıl olur? Bu sorular ila ahir devam eder. Ebeveyn ise buna cevaben basit ve geçiştirme cevaplar verince konu ileride düzeltilmesi zor bir hale bürünür ve bu düzeltimin gecikmişliğinden mütevellit başkaca sorunların çıkışına da yol açar. Mesela çocuk dua ederek muhatabından (Allah/Tanrı) çikolata ister. Zira ebeveyn duayı onun için yalnızca bir şeyler talep etme aracına indirgemiştir. Çikolata gelmez ve çocuk duanın gereksizliği yahut duanın muhatabı olan iradenin aslında var olmadığı şeklinde şüphelere düşer. Bu durumda ise ebeveyn yeni bir taktik dener ve belki de o duanın hayırlı olmadığı yahut konusuna dair gerçekleşimin zamanının gelmediği şeklinde argümanlar üretir. Elbette ki bu argümanlar kendi içinde belli bir tutarlılığa sahip olabilir ama ya o dua konusu şey o dua eden hakkında hakikaten hayırlı ise ve dua edenin yaşamı boyunca hiç gerçekleşmez ise bu nasıl açıklanacaktır? Bir imtihan olarak açıklanamaz, zira dua eden imtihanı değil duanın muhatabının duanın konusu üzerinde irade ortaya koymasını talep etmektedir. Hele ki bu iradenin ortaya konulmayışı sayısız kez tekerrür arzederse duanın muhatabının varlığından şüpheye düşülmesi ızdırabı daha da derinleşecek ve sonuç menfi seyre bürünecektir. 

  Öyleyse duayı bir sonuç talep etme eksenli bir araca indirgemenin ne gibi bir faydası olabilir? Bu bir galat-ı meşhurdur ve asla fasih-i mehcurdan evla olamaz. Zira kendi başına sorun arzetmiyor görünse dahi ileriki yaşam sürecinde daha derin problemlere kişiyi sevkedecek ve büsbütün inkara imkan sağlayacaktır. Duanın yalnızca bir talepten ibaret değil aslında kişinin inandığı irade ile hasbihal etme imkanı sağlayan baha biçilmez bir müessese olduğu, duada yalnızca emir yahut istek kipinin kullanılmaması ve bu tavrın asli hale sokulmaması gerektiği idrak edilmelidir. Bunun yanında duanın talep ve istek fonksiyonuna başvurulduğunda ise sonucun gerçekleşmemesi ihtimalinde bu sürecin dinî bir zorunluluk yahut rağbet edilmemiş bir yakarış olarak değil de kişinin ünsiyet duyduğu yaratıcısına yakınlaşmasına dair bir fırsat olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira konu, amacın kesinlikle gerçekleşmesi değil amacın gerçekleşmesine yönelik başvurulabilecek imkanları deneme süreci olarak görülmelidir. 

  Bu kapsamda fiili duanın da kavli dua gibi ehemmiyet arzettiğini beyana gerek duymuyorum ki bu aşikardır. Bu çerçevede bir örnek vermek gerekirse aslında olayın nirengi noktasına temas etmekle birlikte tam olarak ehveniyet arzetmeyen şu sözleri takdirlerinize sunuyorum: "Çocukken her akşam yatmadan önce Tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim." Bunu Al Capone söylüyor. Burada vurgulamak istediğim "Sen vermiyorsan ben almasını bilirim ya hak yoldan ya da batıl!" düşüncesi değildir. Kastım fiili duanın ehemmiyetine işaret etmektir. 

  Sonuç olarak dua hem müspet hem de menfi bağlamda toplumumuzun farklı kesimlerince yanlış anlamlandırılmakta ve her iki kesim de yağmur duasını sadece talep ve sonuç eksenli temellendirip bunun üzerine yanlış inanç yahut tenkitler inşa etmektedir. Doğru olan ise duayı dinî ve gerekli bir müessese olarak doğru konumlandırabilecek yeteri entelektüel müktesebata sahip olmak yahut sahip olanlara başvurmaktır.

20 Haziran 2020 Cumartesi

üç müzisyen


The Three Musicians, 

 

Diego Velázquez, 1618



bir gece vakti olduğu muhakkak gün batalı çok oldu
ama bilinmiyor tam olarak saat ve de mekan
bir curcuna var az ilerde, bir şamata, bir eğlence
her şey kendinden kaçışın tezahürü
içiyor bay, içiyor bayan unutmak tek çare! kendine dair her ne varsa
tekrar eden ve de her nakaratta tempo kaydeden bir iştiyakle
içiyor bay içiyor bayan hatırlamamak için kendi dışında her ne varsa

ortada dans edenler en hareketli onlar
masalar bir bir hale oluyor etrafında tavafa hazır beklercesine pisti
umrunda değil sarhoşluğu arayan fütursuz kadının
hiç alakadar etmiyor kimin asli amacının ne olduğu barmeni
öyle ki bu güruh ne tamamen farklı bir amaç 
ne de tamamıyla aynı bir erek için buradalar 
diyorum ya aslolan odur ki
hiçbirinin değil umrunda içilenden elde etmek sarhoşluk dışında bir şey
dans edenler onun için değiller orada
kadınları kesen zamparalar aslında değiller kadınlar için orada
para kazanmaya gelen yok! bu bir kamuflaj gayet de

her gece böyle depreşirken tik taklarıyla saatin alışılmaz cezbesi
doğduğundan ve de bastığından beridir ayak yere insanoğlu
hala yadırgıyorken bu büyüyü
bu gece bir farklılık var 
bu gece değişik bir tılsım, gözü refleksif bir tepkiye
göğsü çarpıntıyla sıkışıklığa garkeden bir tılsım
bir rahatsızlığın belirsiz heyecanı
bir korkunun telaşı var bu gece burada
***

derken kapı açılır da girer içeri seçilmesi zor
kadın mıdır erkek midir
üç kişi
biri sıska uzun boylu kemikleri çıkık elmacıklarından uyluğuna değin
öteki ondan hallice az daha yemiş ki ilkinin üstünü ende
ve beriki çocuk gibi görünür gözlere belki de en tehlikelisi


işte öylece girdiler kapıdan usulce 
kendilerinden emin 
bir o kadar ihtiyatlı tekebbüre malik
ellerinde üç alet, ellerinde üç keman, ellerinde üç silah
ilki çalıverdi birkaç nota 
dayanamadı katıldı öteki de ona
ve nihayet çocuğumsu beriki eşlikte şimdi

pistte artık onlar var
oturdu ağlamaya hazır gözlerle şuh kadınlar
oturdu dudaklarındaki kan kırmızı rujlar
ve zımbalanmışçasına zamparalar sandalyelerine 
dikkatleri yalnız dikildi bu üç bilinmeze
sanki denklem gibi kim çözecekse
sanki "artık gelsin başımıza ne gelecekse!" der gibi konuklar
gerilimle korkuyla atardamarlar

çaldıkça duyuldukça ürperdikçe
sıralananlar bir bir bayıldılar dirayetsiz otlar gibi
yerlere boylu boyunca sereserpe
en son barmen kalıvermez mi? 
beriki yanaştı dibine ve dedi şöyle
söyle neden ayaktasın hala sen?
cevap vermeye bırakmadan imkan 
saplayıverdi keman yayını sivri ucundan
girince böğrüne apansız, adamın 
kaldılar en son üçü sahnede
hiç kimse yokken oldukları gibi yalnızca üçü
ve bir miktar daha devam edip eserlerine
alkışlayacak kimseleri olmaksızın erdirdiler nihayete 
erdirdiler amaçlarına hepsini
erdiler amaçlarına kendileri de böylece


 

11 Haziran 2020 Perşembe

YOL



   Bu kadar öz, bu kadar net, bu kadar belirsizliğe kapalı olur ancak bir mefhum. Öyle ki her türlü gereksizliğin ve gereksizin, etrafını kavrayan çorak araziler gibi olmasına karşın yine onlardan ayrılma kudretine sahip olan yol. Öyle ki ufka değin uzanan, ufuktan öte neyle muhatap olacağını bilmemesine karşın duruşundan ve sonsuza uzanışından asla taviz vermeyen belirlilikte olan yol. Bunlar sadece üç tane vasfı. Oysa yolun namütenahiliği, birbirine ayrılmaz bir bütünün asli cüzleri gibi ayrılmazcasına bağlı olan sayısız vasfından kaynaklanıyor. Yolun karşılığı bir tek tanım değil ama yanlışlanmasına bir tek bulgu yetecekken hala buna ulaşmış olan bir tek Allah'ın kulu var mıdır? Varsa dahi bu yanlışlamayı ispata muktedir midir? 
   Yoldan olan var bir de, adını yolcu koymuşlar. Oysa o varlığını yola borçluyken nasıl olur da ona yol demekten imtina edilmiştir? Evet, onun da adı yol olmalıydı. Zira yürüdüğü sanılan yol onu istese de istemese de bilse de bilmese de koynuna almış, adeta bir tohumu içinde gizleyen toprak gibi kendi eylemişti. Belki de tohuma toprak değil de tohum diyenler müdahil olmuştu yolcuya yol değil de yolcu denilmesi meselesine. 
   Bu bir imtihan mıydı? Bir zulüm mü? Yoksa bir lütuf muydu? Bunu sorgulamanın bir manası var mıydı? Geldiği yer de yoldu, gideceği yer de yol. Öyleyse onda ve onla veya o olmanın yolcuya dayanılmaz bir ıstırap mı yoksa tadına doyulmaz bir lezzet mi verdiği tartışmasına girmenin ne gibi bir faydası ya da sonucu olabilirdi? Yol ve yolcu ne madden ne de manen ayrılabilecek iki şeyken bu denli sığ tartışmalara girmek ne diyeydi? Susuzlukla boyna inen bir giyotin gibi apansız güneş yakıcılığı altında eriyen ve birbirine bulananlardı onlar ama değildiler bulantı. Elbette ki bu serencam midesinde harp meydana gelmişçesine bir çalkantı ve heyecan sonucu bir çarpıntı yaratmaktaydı ve belki de nihayetinde bir istifra ama değildi bulantı. 
  Çaresizlikle karışık ümidi, heyecanla bağdaşık korkuyu, had safhada yorgunluğa müteakip uyuyamamazlığı da bünyesinde ihtiva ediyordu lakin bunlardan öte daha ilgi çekici olan birbirine zıtlığın en ucunda karşıtlığıyla meşhur olan her ne varsa bunları koyun koyun uyutabilmesiydi. Böyle de meydan okuyordu kendi dışında olan her ne varsa, kendi dışında cereyan etmekte olan her ne ise.
   Pürüzsüz değildi. Belki çukurlar, belki çukur denilemeyecekse de ufak göçükler vardı üzerinde ama bu da kusurları barıştırıp kusursuzluğa eriştirmesinin bir tezahüründen ibaretti. Sahi siz kabul edebilir misiniz jilet gibi bir yolun dayanılması imkansız sıkıcılığını? Ama unutmadan altını çizelim haşa değildi yamuk.
   Yolcu ne zamandır yürümekte olduğunu bırakın doğarken kulağına fısıldanmış ismi dahi unuturcasına mecalsiz, takatsiz yürümekte iken birden ötelere çok çok ötelere bakıverdi ki ne görsün bir siluet. İnsanı andırmakta ama siması seçilemeyecek surette uzakta olan bir siluet. Belki de seraptı, belki de zihninin kendisine bir oyunu. Dizleri isyan bayrağını çekmiş, "Artık yeter!" diyecekken tüm yaşanmış yorgunluğa set çekercesine son bir umut ve de gayretle, sanki ilk adımını atarcasına iştiyak duyarak ona doğru yürümeye başladı...

5 Haziran 2020 Cuma

Haddi Aşmak Eyleminin Tehdite Meydan Vermesi

"Night Creeper", Zdzisław Beksiński

   Bir kurgu denilebilecek kadar gerçek olmaktan beri, gerçek denilemeyecek kadar da kusurlardan müteşekkil olan kusursuzluktan noksan bir yaşayış biçiminden kurtuluşunu hayal eden; bu hayalleme serüveninin kendisiyle başlamadığı gibi kendisiyle de nihayete ermeyeceğini idrak etmekten aciz; sığınabileceği güvenli limanları seyrüsefere başladığı an itibariyle yakmak gafletine düşmüş olmasından ötürü artık karaya ayak basamaz; "selâmet der kenarest"e muhatap olamaz duruma düşmüş; bu duruma düşmüş olmanın verdiği acımasız kaygıyı "aman neyse" hamuruyla yoğurup da gizlercesine gözden ırak kılmış; her yumruğun bir direnişten öte hamurun yoğruluşuna hizmet eden bir kifayetsiz muhteris eylem oluşuna şahit olmakla beraber henüz bu totolojiyi kabule hazır konuma erişemeyip kendini doğruların acımsı tadından mutlu yalanların leziz sanılan ekşiliğine savurmuş; "Ben Tanrı'yı çağdaşlarımın yüreklerinde ölü buldum."un ne demek olduğuna anlam verememiş; belki de anlam verebilmekle beraber bunu itirafa yanaşamamış "şehrin insanı" elbette ki o vakte değin varlığını borçlu bulunduğu vehmine kapıldığı, lügatlerde lazım-ı gayrı müfarık addettiği sistemden kaçışıyla zincirlerini parçaladığını sanmak nahifliğinin tezahüründe aslında "aynıların aynı yerde bulunması" prensibini ihlale binaen başlangıcı belirsiz, nihayeti imkansız bir hastalığı doğal sınırlarının ötesine taşımak sorumsuzluğuyla hiçbir canlının yapmayacağı; en basit ifadeyle lüzumsuzluğu, daha kompleks tabiriyle "homo homini lupus" olmak özelliğinin yansımalarını sahnelemişti distopya olarak tesmiye ettiği bataklık yahut çukur denilebilecek habitatından taşıp da haddini aşınca.

  Bu bir "tehdit" -ki bilirsiniz Arapça kökeni itibariyle hudut ile akraba olan hani şu tef'il babından olan tehdit- olabilir miydi benliğini dahi fersah fersah aşmışlıkla övünerek tarihin kimi safhasında yüksek bir tepeden göğe oklar kimi safhasında ise uzay araçları fırlatan insanoğlu için?

  Sözün değil kelâmın, sözlüğün değil kamusun -ki o kamus namustur- ihtirama layık, takdire şayan olması hak idi oysa ki. Öyleyse bunca tevil götürmez zırvanın manası nedir? Debelenip de dışına atılmak için binbir çabanın sarfedildiği kara sayfalı kitap zaten insanın mürekkep oluşuyla itmamının imkana kavuştuğu bir "şaheser(!)" değilse ne ola?




18 Mayıs 2020 Pazartesi

Kar Şiiri'nden Mülhem Mırıldanışlar

Alfred Sisley  – Winter In Louveciennes, 1878
kar gökten inince 
anladık tenezzülünü hazretin
bir seni anlamak güçleşti şair
yanmak ile donmak ayrı kalıplar içindeyken
bilmek ile olmak ya da duymak ile işitmek
yahut görmek ile bakmak farklı mefhumlarken
anladık da tenezzülünü hazretin 
bir seni anlamak güçleşti şair!

tane tane değil bir bütün
ayrıksı değil belki seyrek dağınıklık
bağımlı değil bence bağlı
susmuyor tenezzülüyle zihnimde
durmuyor teşekkülüyle tasavvurumda
hadi anladık da tenezzülünü hazretin 
bir seni anlamak güçleşti şair!

matematiksel hesaplara boyun eğme
klişe kanun hükmüne çıkartma cür'etinde bulunulmuş varsayımlara ise hiç
mütereddit newton saygı duya artık albert'a
pervasız popper biraz da ola mütevazi
kemmiyyete değil keyfiyyete verile ihtimam
tebarüzden öte tevarüs mü muhterem?
tanrısallaştırılan vecizeler ile
hor hakir görülen yüreklerin 
hiç mi olmayacak meydan savaşı
hiç mi pembe panjurlu evi göremeyeceğiz
hiç mi görüp de emin olamayacağız
değişmez ise yasası 

kendiliğinden vazgeçmiyorken 
benden mi bekliyor vazgeçmemi kendiliğimden
yok mudur bir tevili bile buncasının
hadi anladık da tenezzülünü hazretin
bir seni anlamak güçleşti şair!

bu dizedir deyip sununca önümüze 
bu tefekkürdür deyip mıhlayınca şerhimize
bu tecellidir deyip dayatınca göğsümüze
empati mümkün olsa dahi imkanı yok kabulün

serip serpilen serdedilen bir beyandır seninki
ihdas etmişler tarih içinde kodeks adıyla
intihal dolu insan geçmişiyle
ihtimal dolu evren açmazıyla
onun için yağınca kar gökten önüme, saçıma, elime
hadi gayrı anladık da tenezzülünü hazretin 
bir seni anlamak güçleşti şair!


(not: yukarıdaki şiir 18.05.2020 tarihinde tarafımca kaleme alınmıştır. bugün 16.11.2021. yukarıdaki şiirin ilham kaynağı olan "kar şiiri"nin şairi A.Sezai Karakoç bugün vefat etti. rahmet olsun...)

"ölürse ten ölür/ canlar ölesi değil..."


17 Mayıs 2020 Pazar

zangırdıyor "sinn"im

Gerrit van Honthorst, The Tooth Puller, 1628

bir yay bir ok bir kudret
oku geren bir fail yahut belki de katil
atmaya gayret ediyor ne varsa elinde avucunda oka benzer
ama attığı değil bilinçaltı zira kusuyor her gece
tam olarak rüyasının göbeğine
alt katmanlarının en dibinde, dibinin dibinde
her ne var ise

fırlattığı söz değil kelam değil
dili kesilse de çare hiç değil
hapşuruverir zira öksürmese de
zihninden taşarcasına her kelime
onun için hayırlı olsun size
onun için mübarek olsun bize
sizden bize gelesiye bir bütün halinde
tutamaçlarıyla ahtapotumsu lakırdılar
sizden bize gelesiye bir çöplük halinde
memleket kurtaran, insanı abad eden
imarı mamur, beyti şâd eden tasfiye

ben hala atamadım bilinçaltımdaki çöplükten tek kıymık
verilseydi nemrut olmak imkanı
belki de atar gibi ibrahim'i ateşe
hazırlık yaparcasına nümâyîşe
ben de bir rüya kurgulardım en estetik en kusursuzca
ve o ateşe
uyumak ya da sarhoş olmak mancınığıyla
atıverirdim bilinçaltımı
hadi bakalım kusuyor musun yanıyor musun
belalı düşünce

ama gelgelelim olmadı böyle bir lütuf ya da ikram
öylece kalıverdi sönmez ateş, istifra edilmez madde
madde mi ondan bile değilim emin

onun için bir dişçi çekiyormuşçasına dişlerimi kökünden
soğuk en soğuk iklimlerde geziniyormuşçasına
zangırdıyor "sinn"im
yaşım ondan belli olsun da bana demek görevi düşmesin diye
işte ondan zangırdıyor haşmetli istençle "sinn"im!

3 Mart 2020 Salı

İdlib Şehitleri



   Bir can ola, bin can ola var mı ki bir fark aralarında? Ha kıvılcım ha gayya! Değmişse yüreğe ola mı ki aralarında bir fark? Yanan değil yürek, dökülen değil gözyaşı, görülen değil mahşer. Öyle ki mümkün değil yaşananlar geçiştirile "acı" diye tarif ile. Nicesi gitti böyle, nicesi koştu ardında kimi kimsesi kaldığını sormadan kendine. Kimi daha taze gençlik heyecanıyla takmıştı yüzüğü parmağına, kimisi daha koklayamamıştı yavrusunun saçlarını içine çeke çeke, kimisi daha yeni kaybettiydi babasını. Dertleri değildi nam, şan, şöhret. Hayalleri değildi apolet ya da marifet. Hiç de düşülmemişti onlarca hesabına üç liranın beş kuruşun ki düşeler bir bir toprağa. Zira toprak, ana gibiydi onlar için. Mesela sancılanırken bir yanları nasıl buldularsa kendilerini analarının kucağında, öyleydi sarılıp girmek koynuna vatan toprağının. Gökten gelenle çokça muhatap olmuşlardı: belki yağmurdu çiseleyen, belki doluydu takır tukur eden çatılardan, belki kar taneleriydi ışıl ışıl düşen. Ama bu sefer farklıydı gelen, ama bu sefer hiç muhatap olmadıkları bir kelam. Sırma kanatlı, göz yakan parıldayışlı meleklerin omuzlarında geliyordu kelam-ı ilahi. Reddedilesi değil, vazgeçip de dönülesi değil, iradî değil, kasdî değil. Büsbütün nasip, büsbütün ikram, büsbütün delil. Sanki bir ağırlık dünyalar yükü ama kuş tüyü misali kaldırılabilir. Bir ılık hava yanak okşarcasına pürüzsüz ve de kusursuz. Bir ufak rahatlama ama keyfî mi? Hiç değil.Göğüslerinden kalkar gibi ne yük vardıysa şimdiye değin sırtlanılan. Havalanırcasına, uçarcasına, buharlaşır gibi sanki bir geçiş. Sayılamayacak kadar ışık zerreleri, görülemeyecek kadar nur. Bilinmezliğe yol alışın yok kaygısı ve de korkuyla karışık merakı. Ardında bırakmışlık üzüntüsü yok, hüzün değil bu. Sanki bir kapı açılmış da ezel, ebed, adem, vacib her ne varsa aklın sınırlarını aşan görünür vaziyete bürünmüş. Sanki konuk olarak değil de ev sahibi olarak giriyorlar. Bir bir, saygıyla, hürmetle, birbirlerini buyur ede ede. Yok pişmanlıktan katre. Bir yeşil, yemyeşil çayır çimen tepeden papatyalar, goncalar, gelincikler arasından giriyorlar bir bir kapıdan. Parmakla saymak edebsizlik olsa gerek ki bundan ola görenler o anı, bilmiyorlar kaç kişiydiler o nur kafilesinin göz kamaştırır neferleri.

   Ama kapanınca kapı son girenin örtmesiyle birden etraf karanlık, kapkaranlık oluveriyor. Yemyeşil tepeden eser yok. Artık her yer kupkuru, zifiri, katranvari, çorak hem çöl. Kamaşan gözler artık kör oldu. Bakmak aldı yerini görebilmek lütfunun. Rakamlar konuşuldu 9-22-29-33-34 diye. İdrak edemez oldu geride kalanlar. Bilemez oldular sırrını o anın.

   O andan sonra gökten yağanın adı bomba, gözden düşenin adı gözyaşı, dilden gelenin adı taziye oldu. Yoktu bir düzine yürek ki hissede acıyı. Sade avuntu işte, kandırmaca ben de andım, ben de bildim diye. Oysa yanan artık bir alevdi ve düştüyse bir yere ki çoğunlukla bir köy-kerpiç evine ama en nihayetinde yanan ana, yanan baba ve yanan yar yüreğiydi. Ateş o an yakar oldu, öncesi yoktu varlığının. Sanki o an göndermişti yeryüzüne ateş denen şeyi buzdan bir fanus içinde celal sahibi. Sonra çığlık "yârim" diye ve çığlığın ardı çığlık ona eşlik eden "ahh yavrum" ile. İşte öylesini ne hissettim ne de bildim ki yazayım.

11 Şubat 2020 Salı

mağaradan


kırmak için zincirlerini ne de gayret gösterdin
yüzünü dönebilmek için ardına ve de orada 
ışığın kaynağı olan 
her neyse işte ona
bir güneş, bir lamba yahut sevgilinin çehresi
hayali bile muktedirdir prangaları kırmaya
ne de gayret ettin varmaya

hakikaten söylesene
kim getirdi bu mağaraya seni
kim vurdu esareti ellerine? 
bileklerine? kollarına?
bağlanmışsa da bozulmaz bütünlükle onlar
ama biliyorum değil esir olan yüreğin
ama biliyorum değil esir olan hayallerin
onun için biliyorum 
elbet kıracaksın
seni uykuya
seni bilinmezliğe 
ve de loşlukla boşluğa koyuveren her şeyi

mevsimi değilse de azması için alerjinin
şimdi göğsün daralıyor olabilir
şimdi keyifsiz, şimdi huzursuz olabilirsin
ama bil güzelim, ne dem baki ne de gam!

sayıklaya sayıklaya 
muhatab olman için yanan dağa
söylüyorum işte dinleyesin diye
sen kurtulmayı boşver o kaderin zaten
düşün ki dönüp de kimleri ikna edebilirsin
gölgelerde mahsur kaldıklarına
düşün ki dönüp de kimleri ikna edebilirsin
dışarıda gerçek bir hayat, dışarıda hakikat var diye
yalanlarla sarmalanmış her gece 
güneşin battığını bile bilmeksizin
uykuda olanlara

yansıyınca aynadan parıltılı
tereddüde mani bir görüntü
o gün senin kehanetini görecekler
ama hepsinin kehaneti seninkinden yansıyacak
onlarınkindense seninkisi
anlıyor musun?

hepsi iç içe sarmaşık ve de sırnaşık 
papatyalar ki 
nasıl bir hale oluşturduysa gördüğün rüyada
aynı şekilde kaderleriniz birbiriyle vals halinde
o zaman haykırmak yersiz
isyan ise mübalağadan ibaret
pembe panjurlu bir ev ise yok
hiç de olmadı
monad yalan, tevhidse geriye kalan
çıkan, çıkarılan, kalan
elde var hiç...

3 Ocak 2020 Cuma

Ne diyeydin sen?

Bir demdi gelip geçti her dem gibi o dem de
Bir yüzdü unutuldu unutulmaya mahkum olan her yüz gibi
Yalnız anılar kaldı diyerek sarıldığım bahaneye
Sarılmak imkanı yok artık bırak aldanmayı
Zira unutuluyormuş bir ekmeği bölüşmek
Bir çorbaya kaşık sallamak bile
Ses mesela ne ola ki kala kulaklarımda ebediyyen
Lezzetli bir elma değil ki hayat
Yarısını ısırınca yarısı kala kara toprağa
Ve yeşerip de göğe değe yeni bir ağaç dalı
Olmaz ki öyle yalan
Delse ne olur Allah muhafaza
Delinse yüzlerimizdeki yapmacıklık maskesi gibi
Tepemizden bizi sarıp da sarmalayan ozonumuz
Anlar en basitinden en yakınından Ay bile hilekârlığımızı


Bir sokakta yürümek değilmiş meğerse dostluk
Çekilince yukarıdan hiç ulaşılamayacakmış gibi sanılan
Yukarıdan
Sokak lambasından ışık
Artık kalmaz ardımızda ya da önümüzde gölgelerimiz
Dışarısı soğuktur dondurur gölgeleri
Hele sokak çok soğuktur
Kaldırmak gayr-ı kabil ise bu yükü
Donmamaya yoksa çaren ne diye çıktın sokağa
Dost dedin de noldu
Baksana az ardında donan değil mi ondan arta kalan
Eğildiğini mi sandın önünde şemsin
Girdiğini mi sandın göz bebeklerine afitabın

Sen ne diye alayla yaklaştın Tanrı’ya
Sen ne diye davet ettin er meydanına onu
Evet sana soruyorum Tanrı ile neydi bu alıp veremediğin
Sulh etseydin ya vardıysa ufak da olsa bir imkan
Var mıydı ki uhdende “ilah mahvedecek bir uzuv”?
Yoktu işte yoktu, tam bir yoklukla yoktu
Aklın sandın olmadı, mat etti seni
Gönlün sandın olmadı, başkasındaydı gönlü
Ne diyeydi o zaman bu pervasızlık
Ne diyeydi bu çatışma
Ne diyeydi o
Ne diyeydin sen?

30 Aralık 2019 Pazartesi

Riyadan da rüyadan da geçtim artık

Sigaramın son nefesiydi boğazıma kaçtı
Değildi haram lokma
Ama oturdu ciğerime öylece
Palamutlar döküldü bir bir yerlere
Üreciğime oturdu, sahibi bile olmadığım üreciğime

Kurtlar resitaline devam ediyor ziyaret tepesinde
Orası ki yattığım yerdir benim
Olsa da cesedim sırtımda, ben orada yatıyorum
Dedem orada, dedemin dedesi dahi orada
Ben zangırdayan dişlerim, titreyen gövdemle değilim zannettiğin yerde
Ben orada öylece yatıyorum soğuğu hissetmeden toprağın bağrında
Kış gelmedi hiç, yazdan haber yok
Sıcak bir sahil varsa eğer ben de arzuluyorsam onu
Açmalıyım dedemin mezarını
Girmeliyim nasıl çıktıysam o şekilde koynuna
Isınmak için değil haşa
Ben girmeliyim koynuna dedemin saadet umarcasına
Üstümüzde meşe palamutları düşmeli kabrimize

Bir ezan yankısıyla varmalıyım kuşaklara
Zira onlardı okuyan kulağına, kulağıma okuyanın
Ben de okumalıyım kulağına sonramda olanın
Mahvetmeliyim karşımda dikilen hercai kendimi
Hasretle vurmalıyım prangasına köleliğin
Hissetmek için bunu, gerekmiyor ki ola tenim siyah kara kavruk

Onun için çekiyorum son dumanını sigaramın
Onun için bayılasım geliyor bunca sahtelikten riyadan
Sanıyor musun ki bunların hepsi farklı, kısa bir rüyadan?
Ne rüyadan ne de riyadan maksadım hasıl oldu
Geçtim artık ikisinden de
Geriye ne mi kaldı?
Şimdilik bir hiç...

10 Aralık 2019 Salı

Aradın Ve Anladın

"...Aradıkça dirisin
Aradıkça mecalsiz kaldı kibrin.
Aradın ve anladın
Arayış sahicilik vaktine erişsin istiyorsan
Haber almakla yol tüketilmiyor
Senin kendin 
Haber olsa gerektir..."


Aramak bir yolculuğa çıkmak eyleminin belirsizliğinden ötürü olsa gerektir ki barındırdığı heyecana mukabil bir kaygıyı da bünyesinde muhafaza ediyor. Sadece menfi değil bu kaygı. Aynı zamanda merhum Ömer Lütfi Mete'nin ifadesiyle "insanın içini mahşer dışını tenha" kılacak surette şaşırtıcı lakin müspet bir eylem. Pek tabi bir yanardağın ne zaman patlayıvereceği belirsizliğiyle yahut bir depremin ne zaman olacağı saptanamazlığıyla deveran eden bir rulet. Kimi zaman varış hayaliyle Şeyh Galib'in ifadesiyle "...gehî zîr-i serde desti geh ayâğı koltuğunda düşe kalka..." ilerlenen bir yol, kimi zaman da Fuzûlî'nin ifadesiyle "Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?" diye serzenişte bulunulan bir kürsü oldu aramak. Oysa ki aramanın ve de yolda çekilen cefânın verdiği meşakkate daha başında razıydı yola çıkan. Yahut bu denli meşakkatin varlığından bihaberdi fakat tanıyınca bu meşakkati ondan lezzet aldı ve aslen kabullense de onu, isyanın da tadılası bir lezzet olduğunu farketti. Tabi ki bu yola çıkışın ve devam edebilme cür'etinin bir faydası vardı eğer fayda olarak nitelenebilirse: mecalsiz kalan kibir. Öyle ki kibrin yok edilmesinin anlamlılığı değil de kibrin var olma serüveninin anlamsızlığı daha şık göründü, mesela bir yonca üstündeki bir uğur böceği yahut bir dere üstünde bir çırpı gibi. Anlamak gereklilik arz eder miydi sahiden? Mesele anlamaktan öte kabul ya da ret arasında gelgitleri sona erdirmekten mi ibaretti? Arayış sahicilik vaktine erişmeyi diliyorsa iki dere arasında kalmak vazgeçmeye sebep olamazdı çünkü köprü yerine getirilebilir bir çözüm olarak orada uykudaydı. Sadece uyandırmak görevi yüklenebilirdi ona.

The Fountain (2006)
Şöyle deniliyordu The Fountain filminde: "Hepimiz hayatımız boyunca bütünün bir parçası olmak için çabaladık. Öldüğümüzde tam olmak isteriz, güzelliğe ulaşabilmek için. Çok azımız başarabiliriz. Çoğumuz geldiğimiz gibi gideriz, tekmeleyerek ve bağırarak."

Ölümün önlenemezliği karşısında sınırlı bir süre zarfında aramaktan başka ne olabilirdi Sartre'ın varlığa karşı oluşan bulantısını ve de dizginlenemez nefreti kementleyecek? Oysa boşa geçen onca arayış süreci neticesinde hak edilen geldiğimiz gibi tekmeleyerek ve de bağırarak gitmek miydi? Bunun bir neticesi olmayacak denildi mi hiç ya da buna dair en ufak bir şüphe oluştu mu zihnimizde? Velev ki denilmişti bunun sonu yok diye, soruyorum "haber almakla yol tüketilebilir miydi?" Muhbir Arapça bir kelime ve manası da haberi ulaştıran demek. Bu kelime dahi yetiyor aslında haber almakla yolun tüketilemeyeceği gerçeğini ispata. Belki muhbir yolu tüketen olabilirdi, tabi ki her zaman böyle değildir ama en nihayetinde haberin ulaşma süreci bir yol tüketme seçeneği sunuyor en azından muhbir için. Muhbir tüketti de yolu pekala haber alan yolu tüketebildi mi? Bilemiyorum belki yolu tüketemese de kendi tükenmiş olabilir. Değil mi ki öyle haberler vardır. Dağlar, dereler, tepeler aşar; yolu tüketir ama en nihayetinde haberi alacak olana ulaşınca onu da tüketiverir.

Ve en sonunda anlaşıldı ki yolu tüketmenin asıl imkanı haber olmakta gizli. Her ne olsa da muhbir yolu katetmese de, haber alan haberin ulaşmasına değin yolu tüketmese yahut haber onu tüketmese de haberin kendisi olmak yolu tüketmeye imkan sağlıyor. Öyleyse "senin kendin haber olsa gerektir". 

Sâfî Gerçeklik

Bir masal değil hayat
Ya da kısa bir roman
Bir film hiç değil aslında 
Kabul ediyorum artık hayat 
Tamamıyle bir gerçek
Yalnız içinde bazı sınırlı şeyler
Ona ait olabilir sadece
Belki böylesi daha uygun imana
Fakat halel gelmiyor tümlüğüne
Mesela sen içindesin onun
Sen, bir tek sen dahi olsan
Halel gelmiyor onun gerçekliğine
Çünkü sen pembe hatta kırmızı bulut olsan da
Çünkü sen hiç bilinmeyen, hayali dahi mümkün olmayan
Bir renk olsan da sen
Geçerli ve de gerçek kılıyorsun onu
Mesela sen hiç duyulmamış bir nota olsan da enstrümanlar seni duyurmaya imkan tanımasalar da
Sen kılıyorsun onu ve her neyi dahil ettiysen 
Sana dair olan her ne varsa
Sâfî gerçeklik...

Bön bön bakıveriyorum sana 
Ayna mısın?
Olmasan ya da öyleysen
Ne fark eder ki?
Bön bön bakıveriyorum sana 
Sâfî gerçeklik...

Manzumelere mevzuata
Kelâma evrâka sığmayan sen
Nasıl da sığıverdin şiire?
Halbuki sığdıramazken seni kalbime...

Nasıl da tek olabiliyorsun?
Mündemiçken bünyende tüm gerçek olan güzellikler
Böylesi tabi ki daha iyi
Uygun diyemiyorum katiyen 
Zirâ refere edilecek başka bir ayrı gerçek yok ki!

Tahterevallinin bir ucunda 
Sen varken olanca varlığınla
Var mıdır ki kılası dengede
Seni, sana, sensiz, karşında
Var mıdır bu dilemmanın
Onları ya da beni aydınlatacak 
Sadece özce bir açıklaması?

Ben sana dair olunca, her neyse
İstemiyorum ne bir açıklama ne de bir sebep
Zirâ ön kabullüyüm sana
Ön yargı bile denemez buna
Çünkü yargıcı nasıl olabilirim
Senle alakalı bir değerlendirmenin?

Nasıl savunabilirim ya da 
Aleyhine herhangi bir iddiada nasıl bulunabilirim?
Konu da sensin, yetki de sen
Yargıç da sensin, yargılanacak varsa eğer o da sen
Ama ben değilim bir yargıda bulunacak olan
Ama ben değilim ön yargı sahibi olan

Sadece sana ve sana dair olan her ne var ise 
Ona ve onlara karşı ön kabullüyüm
Zirâ yalın ve de sâfî gerçek 
Evet, o sensin...


30 Ekim 2019 Çarşamba

Varlığın Çokluğu Yahut İhtiyacın Azlığı


   

   Yüzyıllardan beri ve dahi insanoğlunun yeryüzündeki tarihi itibariyle tartışılagelen bir konudur bu: "İnsan; ihtiyaçlarını karşılamaya dönük varlığının çok olmasıyla mı yoksa varlığının karşılaması gereken ihtiyaçlarının azlığıyla mı yaşamını idame ettirebilir, huzuru yakalayabilir?"

   Bu konuda birçok düşünür, filozof, derviş kendince fikirler serdetmiş; bu çerçevede ifadeler sarfetmiş. Misal Platon'a atfedilen ifade şöyle: "Önemli olan hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır." Nitekim bu ifade dahi aslında iktisadî bir arkaplana sahiptir. Zira iktisat ilmi "kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanması" ilkesine dayalı ise varlığı yani aktifi ziyadeleştirmek ile ihtiyaçları yani pasifi azaltmak aslında aynı kuvvenin farklı şekilde eyleme geçirilmesinden ibarettir. Öyle ise Platon'un burada sunduğu çözüm belki bir noktaya kadar tatmin edebilir fakat mutlak çözümü sunamaz. Peki bu şekilde değilse meseleye nasıl yaklaşılmalıdır? İhtiyaçları minimize edip adeta bir zühd haline girişmek meselenin çözümünü sunmuyorsa yapılması gereken nedir? Bu noktada Yunus Emre'nin "Ne varlığa sevinirim/ Ne yokluğa yerinirim." kelamına başvurmak büyük önem arz etmektedir. Çünkü Yunus Emre, Platon'un son kertede dahi olsa düşmüş olduğu muhasebe çıkmazına düşmemiştir bu ifadesiyle. Elbette dediğimiz gibi ihtiyaçların minimize edilmesi bir noktaya kadar çözüm sağlayabilir fakat sorunun en sağlıklı çözümü ihtiyaç duymayı sınırlamak değil sahip olmakla olmamak arasında bir fark görmemektir. Yunus Emre'nin mezkur kelamı olmak ile olmamak arasında bir mukayesenin isabetsiz olduğunu gözler önüne sermektedir. İsabetli olan böyle bir mukayese ya da muhasebeye girmeksizin ihtiyaç ile ihtiyacın giderilmesinin kaynağı olan varlığın tek nazarda idrak edilmesidir.

   Kastedilen asgari yaşam şartlarının yok sayılması değildir. İnsanoğlu yalnız ruhani bir mahiyeti haiz değildir. Aynı zamanda fiziki ve biyolojik bir form sahibi olması dolayısıyla asgari ihtiyaçlar gözardı edilmeksizin yaşamın idamesi, maişetin temini en uygun şekilde sağlanmalıdır.

   Maslow'un "İhtiyaçlar Hiyerarşisi"ne bakıldığında piramidin tabanından tavanına doğru sıralamanın şöyle olduğu görülür: "1-Fiziksel ihtiyaçlar ki bunları yiyecek, giyecek, su, barınma, dinlenme vs. olarak örneklendirebiliriz. 2-Güvenlik ihtiyacı. 3-Ait olma ve sevgi ihtiyacı. 4-Değer ihtiyacı ki mesela başarma duygusu, başkalarına saygı duyma ve başkalarından saygı görme, belli bir prestij sahibi olma bu çerçevede değerlendirilebilir. 5-Kendini gerçekleştirme ki bu da ahlak, problem çözme, önyargılı olmamak, hakikati kabul etme vs." Maslow burada kendine göre ihtiyaçları belirlemiş ve belirli bir hiyerarşiye sokmuştur. Hatırlanacak olursa "toplum sözleşmecileri"nde de bilhassa Thomas Hobbes'ta da beslenme ve güvenlik ihtiyacı işaret edilmekteydi. Öyleyse insan evvela yaşamalıdır. Yaşamın olmaması ihtimali zaten konunun kapanması sonucuna götürür. İnsan evvela şuuruyla, canıyla, kanıyla, ruhuyla insan olmalı ve sonrasında ihtiyaçlarının gereğini yerine getirmelidir. Bu noktaya değin Platon'un çözümü işe yaramaktadır. Lakin 3, 4 ve 5. kademelerde yetersizlik sorunu hatta çözümün işe yaramazlığı baş göstermektedir. Öyle ki 3. basamak "ait olma ve sevgi" ihtiyacından müteşekkil ise ihtiyacın minimize ya da yok edilmesi problemi çözüme kavuşturmamaktadır. Ait olma belki irade dahilinde sayılsa bile gerek sevmek gerekse sevilmek iradi değildir, hissîdir, "temâyülât-ı kalbiyye"dendir. Öyleyse burada artık varlığa sevinmek de yokluğa yerinmek de bir mana ifade etmemektedir. 4. ve 5. basamaklar, hele ki 5. basamağın nihayeti olarak kabul edebileceğimiz hakikatin kabulü, ihtiyacın minimize edilmesi ya da ihtiyacı karşılamaya yönelik varlığın maksimize edilmesiyle uzaktan yakından alakalı değildir. Hakikati kabul edersiniz yahut kabul etmezsiniz. Böylece bu keşif ve kabul ediş kendinizi gerçekleştirmenizi sağlar.

   Burada bir menkıbeyi paylaşmayı gerçek olup olmamasına bakılmaksızın en azından kıssadan hisse sahibi olmak açısından kıymetli buluyorum: Vaktiyle bir salik üstadını ziyaret için yollara düşüyor. Bir süre sonra bir nehrin kenarında bir kulübe görüyor ve hem mola vermek hem de kulübede biri varsa selamlaşmak maksadıyla kulübeye varıyor. Kulübede bir adam ki abdest almak için bir güğümü, uyuklamak için bir döşeği var. Kulübede yatar kalkar, günlük üç balık tutar ve bunların birini kendi yer, birini gelen geçen yolcu varsa ona ikram eder, nihayet sonuncuyu da çevrede hayvanat filan varsa onlara verir. Salik, adamla sohbet eder ve aynı üstadın talebesi olduklarını öğrenir. Sonunda adamın selamını üstadına iletmek ve mukabilinde üstadının adama bir emri varsa ona bildirmek üzre vedalaşır. Sonra salik, üstadına varır ama o gıpta ettiği zahidane yaşam süren kulübedeki adamın tam aksine büyük hürmet gösterdiği üstadı bir eli yağda bir eli balda denecek surette varlığın içerisindedir. Bu durum saliki derin bir hüzün ve tabiki inkıta-yı muhabbete uğratır. En nihayetinde salik ayrılırken kulübedeki adama üstadının bir sözü olup olmadığını sorar. Üstadı der ki: 'Ona söyle güğümü nehre atsın, abdestini de nehirden tazelesin.' Salik şaşırır, anlamaz ama adama da iletme sorumluluğuyla yolu üzerindeki kulübeye varır. Adama durumu anlatır ve bir yandan da karşılaştığı lükse olan taaccüb ve antipatisini ifade eder. Kulübedeki adam ise kendince durumu izah eder: 'Bak kardeşim zahire aldanma. Sen orada nice varlık gördün, bal gördün, yağ gördün ama onların hiçbiri o zatın kalbine girmiş değildir. Öte taraftan burada bir güğüm bir de döşek gördün ama şu güğüm bile başlı başına benim gönlümü işgal etmiş idi. Ne vakit iki rekat namaza dursam aklım güğüme giderdi. Ha çalındı, ha çalınacak diye. 'Aman çalınırsa ben ne yaparım, ikide bir nehre mi ineceğim abdest için? ' şeklinde zihnim meşgul olurdu. Üstad bu sebeple senin bana bu telkini iletmeni istemiş.

   Son olarak bu değerlendirme sürecinin bir riski olduğunu belirtmekte fayda var. Değerlendirmemiz ne bir züğürt tesellisine dönüp "işçisin sen işçi kal" formatına bürünmelidir ne de bir zenginlik şehvetini aklama aracına dönüşüp doymazlığın utanılmaz aracı olmalıdır. Çözüm basittir:



Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim

   

2 Ekim 2019 Çarşamba

Karabekir Paşa'ya Hürmet ve Muhabbetle

Karabekir Paşa'ya Hürmet ve Muhabbetle


Vatan senin millet senin ardındadır Karabekir
Şehîd olan gazî kalan emrindedir Karabekir
***
Durmak nedir bilmez idin devletine hizmet için
Hürmet bilen evlâtların yâdındadır Karabekir
***
Ebu’l-yetîm oldun paşam yettin garîb gurebâya
Binler değil milyonların gönlündedir Karabekir
***
Tavsîfine yetmez kelâm bizden sana olsun selâm
Şahsiyyetin kıstasların fevkindedir Karabekir
***
Şarktan güneş doğmaktadır hânelere girmektedir
Huffâş olan bedbahtların peşindedir Karabekir
***
Bir dem gelip bir dem geçer nâmın kalır çağlar aşar
Senin gibi kahramanlar dillerdedir Karabekir
***
Tâhâ anıp ismin müdâm minnet duyup rahmet diler
Şehîdlerin sıddıkların indindedir Karabekir.

Taha Yüksel 02.10.2019

25 Eylül 2019 Çarşamba

Harputlu Abdülhamid Hazmî Efendi ve Bazı Beyitleri

Harputlu Abdülhamid Hazmî Efendi ve Bazı Beyitleri

    Abdülhamid Hazmî Efendi 1856 (H.1272) yılında bugünkü Elazığ’ın eski yerleşim yeri olan Harput’ta doğmuştur. Babası tüccardan Hacı Mehmed Ağa, annesi Hocazâdelerden Müderris Hilmi Efendinin kızı Rabia Hanım’dır. Tahsiline mahalle mektebinde başlayan şair, daha sonra Harput medreselerinde dönemin önde gelen müderrislerinden öğrenim görmüştür. Bu müderrislerden bazıları Büyük Kâmil Hoca, Beyzâde Hacı Ali, Dellâlzâde Mehmed ve Abdülhamid Hamdî Efendilerdir ki İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl “Son Sadrazamlar” adlı eserinde Abdülhamid Hamdî Efendi’den sitâyişle bahseder. Medrese öğrenimini 7-8 yıl kadar devam ettiren Hazmî Efendi kimi zâruretler sebebiyle memuriyet hayatına intisâb eder. Hazmî Efendi, sırasıyla Ma’mûretü’l-Azîz, Ergani ve Keban adliyeleriyle nafaa dairesinde kâtiplik ve başkâtiplik; iki kez Harput belediye reisliği; Askeri Rüşdîye, Harput Dârü’l-Hilâfe Medresesi ile İmam-Hatib Mektebinde Türkçe, Farsça, imlâ, edebiyat, ma’lumât-ı hukukiye ve medeniye dersleri vermiştir. Manevi yönü itibariyle değerlendirecek olursak Hazmî Efendi, mürşidi Osman Bedreddin Erzurumî'ye intisâb etmiş ve ondan aldığı feyizle birçok beyit inşa etmiştir. 1928 yılında vefatına müteakiben Müftü Kemaleddin Efendi şöylece tarih düşürmüştür:
Târîh-i tâmın söyledi Müftü Kemâleddin
“Azmeyleyüp gitti bu yıl Hazmî Efendi cennete”
 Abdülhamid Hazmî Efendi

   Bir anekdotu da kısaca anlatıp şairimizin divanından seçtiğimiz birkaç beyiti inceleyelim. Hazmî Efendi, Elaziz Ticaret Mahkemesi’nde kâtip olarak çalıştığı sıralarda daha sonra sadrazam olan Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa da Diyarbekir’de adliye müfettişi olarak görev yapmaktadır. Dairede Hazmi Efendiye denk gelir ve şifâhen dikte edeceği bir metni kalem alıp alamayacağı üzerine sual eder ve müspet cevap alır. Hazmi Efendi metni yazıp getirir ve Avlonyalı’nın hayretine sebebiyet verir. Binaenaleyh başkasının yazdığını düşünen Avlonyalı, tekrar bir metin yazdırınca fasih belâgati ve düzgün imlâsı dolayısıyla Hazmi Efendi'yi takdir eder ve kendisine kahve, sigara ikramında bulunur. Hazmi Efendi, daha sonraki görevlere getirilmesinde hep bu hadisenin payının olduğuna inanmıştır.

Şimdi bazı beyitlerine bakalım:
Zevk-ı dîl zannetme kim mansıbla cem'-i mâldır
Terk-i mâl u mansıb et kim andadır zevk u neşât
( Gönül zevki zannetme ki makam mevki ve mal toplamaktır. Maddiyat namına olan makam, menfaat, mal ne varsa bunları terk edince onda göreceksin zevk ve sevinci.)
*****

Kuru bir âdet-i zühd ü ibadetten ne hâsıldır
Gönülde olmadıkça bir ilâhî arzû peydâ
( Kuruyu kuruya zühd ve ibadeti, tekrar eden yat kalk haline getirmekle ne ortaya çıkabilir ki? Önem arzeden, gönülde îlâhî bir arzunun olmasıdır.)
*****

İ’timâd eyleyemem zevk ü sebât-ı ömre
Çünkü ma’dûdedir enfâs-ı tecellâ-yı hayât
(Ömrün sebât, esenlik ve zevkine güvenemem çünkü hayat belirli sayıda nefesten ibarettir. )
*****

Her kimseye yârim deme ki yâr değildir
Yâr olsa dahi yâr-i vefâdâr değildir
Yâr öyle vefâkâra deriz ki bu cihânda
Âsâr-ı cefâ anda nümû-dâr değildir
( Herkese yârim deme yâr olmaz, hem belki yâr olsa dahi vefâlı değildir. Bu cihânda öyle vefâ sahibine yâr deriz ki onda cefanın eseri bir örnek bulunmaz.)
*****


Mâil-i manzarâ-yı lâle vü sünbül değiliz
Severiz bir gülü her bir güle bülbül değiliz
(Lâle ve sünbül manzarasına meyledip ona hayran kalmadık. Biz bir gülü severiz öyle hercai fıtrat olup her bir güle meyletmeyiz, bülbül olup ötmeyiz. Dikkat buyrunuz evvela lale ve sünbül gibi cazib çiçekleri kenara atıyor, sonra güller arasından bir güle bülbül oluyor. )
*****

Nedir ey nefs-i le’îm sende bu ifrât-ı gurûr
Bu muvakkat dem-i ikbâle değer mi bu sürûr
(Ey kınanası, kötü nefsim nedir sendeki bu abartılı ve haddini aşmış gurur? Şu an halihazırda bir başarıya, yüksek maaşa, büyük makama vs. sahib oldun eyvallah! Ama şu vakit elbette sınırlı bir süreyle tayin edilmiştir. Öyleyse neden bu sevinç ve keyif? )
*****

Sebeb-i hayr-ı umurdur halefe
İttibâ’ eylemek eser-i selefe
( Hakikaten hüsn-i hatla yazılıp duvarlara iliştirilecek derecede zarif ve önemli bir müfred. Kısaca söylemek gerekirse manası şudur ki günlük, popüler ve ne idiğü belirsiz kişi, görüş ve mürekkepten ibaret kitap müsveddelerinden uzak durup, çağları aşan klasik eserlere ve ululara bir liman misali sığınmak bizim hayrımıza olacaktır. )

 Son olarak Harputlu Abdülhamid Hazmî Efendi’nin “olsun olmasın” redifli gazelinden tanzir ettiğimiz 5 beyitlik gazelimizi arz ediyoruz:
Hazmî Efendi'nin "olsun olmasın" redifli gazeli

























Hazmî Efendi'ye nazire





Azm edermiş reh-i ışkda vâsıl olsun olmasın
Merd-i bîkayd fi'liyâtda fâil olsun olmasın
*****
Olma me'yûs çekme âlâm sabr u niyâz eyle dur
Dürlü zahmet iftikalin zâil olsun olmasın
*****
Mâh cemâlin gördüğünden meyledersin dilbere
Fark eder mi ümmi yâhut câhil olsun olmasın
*****
Şükredersin ihtimâl-i seyr-i dîdârdır sebep
Dîdegânın manzarâya nâil olsun olmasın 
*****
Kıl tevekkül bâb-ı lûtfa eyle ta'zîm dâimâ
Defter-i uşşâka Tâhâ dâhil olsun olmasın

26 Ağustos 2019 Pazartesi

İNCELEME - TRT KURTULUŞ DİZİSİ

   Bugün 26 Ağustos 2019. İlk blogspot yazımın bugüne rast gelmiş olması elbette ki alelade bir tesadüften ibaret değil. Bir süredir yazmayı arzuladığım Kurtuluş dizisi inceleme yazısını bu tarih için planlıyordum ve an itibariyle klavyenin başındayım. Umarım kayda değer bir metin hasıl olur.
 
   26 ağustos gününün bizim için önemi nedir? 1071 yılında Sultan Alparslan ve ordusunun Malazgirt Ovası'ndaki büyük zaferi ile Türkler Anadolu'nun yeni ve ebedi sahibi olma yolunda en önemli adımını atmış ve 851 yıl sonra 1922'de  Mustafa Kemal ile beraberindeki silah arkadaşlarınca Türk'ün Anadolu'dan sökülüp atılamayacağı gerçeği gür bir sesle ifade edilmiştir. Bu iki olay gerek tarihî eserlerde gerek edebiyat metinlerinde gerek televizyon ve sinemada yer bulmuştur. Elbette ki pek önemli araçlar olan televizyon ve sinemada bu konunun film ya da dizi olarak işlenmesi kemale ulaşmamıştır ki bugün hâlâ 25 yıl evvelki TRT yapımı Kurtuluş dizisinde soluğu alıyoruz. Bu kapsamda aşağıda Kurtuluş dizisini dilim döndüğünce kendi penceremden değerlendirmeye gayret edeceğim.

   Öncelikle Turgut Özakman'ın Şu Çılgın Türkler'in ön sözündeki ifadelerine kulak verelim: "Gençlerimize uzun zamandır Milli Mücadele'yi gerektiği gibi anlatmıyoruz. Bu yüzden şimdiki birçok orta yaşlılar da Milli Mücadele'yi iyi bilmiyor. Bilmemek oranı gittikçe artıyor. O görkemli olayı eski, soluk fotoğraflara benzettik. Oysa cumhuriyetimiz o mücadelenin ürünü ve kaçınılmaz sonucudur. Yeni devletin kuruluş felsefesini o mücadele belirlemiştir. Anadolu aydınlanması, birliği ve yurttaşlık bilinci o büyük mücadeleyle başlamıştır. O dönem bilinmeden bugünü okuyamayız, yarını göremeyiz. Milli Mücadele'nin bir yazarın hayal zenginliğine ihtiyacı yok. Şaşırtıcı bir yakın zaman destanı. Gerçek olaylar, hayali çok aşıyor."

Turgut Özakman
   Nitekim Özakman'ın bu konudaki çalışmaları şöyle bir seyre evriliyor: "Bu çalışmamı bilen Televizyon Daire Başkanı Serpil Akıllıoğlu, Kurtuluş Savaşını TRT'ye dizi olarak yazmamı istemişti(1992)... Bu dönemin halkımıza doğru yansıtılmasının yararlı olacağını düşündüm, 'peki' dedim. Bir yıl süre istedim. Uygun görüldü. Yirmi bölüm halinde yazdım, verdim. TRT Yönetim Kurulu bütçe sorunlarını ileri sürerek, önce 90 dakikalık bir film olarak çekilmesini istedi, sonra üç bölüme çıktılar. Sonunda Genel Müdür Kerim A. Erdem, Yönetim Kurulu Üyesi Gültekin Samancı ve yönetmen Ziya Öztan'ın çabalarıyla altı bölüm olmasına rıza gösterdiler. Yazılan senaryonun üçte birinden yararlanılabilmiş, birçok ayrıntıya yer verilememiştir.... Şu Çılgın Türkler, Kurtuluş adlı dizinin romanı değildir. Kurtuluş'tan daha kıdemli ve geniş bir çalışmadır. Şu denilebilir: Kurtuluş, Şu Çılgın Türkler'den oldukça yararlanılarak yazılmış bir dizidir."

    Ayrıca ön sözden bir ufak detay da şu: "Havayı yansıtmak, ayrıntıları belirtmek ve konuyu yürütmek için Nesrin, Yzb. Faruk, Dr. Hasan, Gazi Çavuş, saatçi Ali Efendi, Panayot gibi birkaç hayali kişiye yer verdim." Yzb. Faruk ve Harbiye Nazırı Ziya Paşa arasındaki diyalog:




   Böylelikle hazırlık safhası itmam edilmekle çekim süreci başlıyor. Dizide dikkat çeken en önemli nokta geniş bir oyuncu ve figüran kadrosu. Zira 350'ye yakın tecrübeli oyuncu ve 200.000'e yakın sivil 700.000'e yakın asker figüran olmak üzere neredeyse 1.000.000 kişi yer alıyor ki burada Genelkurmay Başkanlığı'nın çok büyük yardımları olmuş. Ayrıca 5.000 civarında at kullanılmış ki bilhassa Türk süvarilerinin ani, cephe ardı vurkaçlarına hayran kalıyorsunuz.




   Savaş sahnelerinde gerçeğe bir adım kala irkiliyor, yerinizde duramayacak surette heyecana gark oluyorsunuz ve hüzünle karışık bir gurur ile gözleriniz buğulanıyor. Çekimlerde gerek zaman itibariyle imkanların bu denli gelişmiş olmayışı gerek zaten maliyetin yüksek olması gerek yapımın doğallığına halel gelmemesi adına pek efekt kullanılmamış. Hücum sahnelerinde özellikle attan düşen askerleri izlerken bunu fark ediyorsunuz.Öte yandan dizide kullanılan araç gereç, silah aletleri, kağnı, kamyon, ulaşım araçları gerçektir ve döneme uygun olmasına yüksek derecede önem verilmiştir ki bu konuda müzelerden ödünç alınanlar dahi olmuştur.Ayrıca Sanayi Bakanlığı, PTT, Devlet Demiryolları, MKE ve Kızılay ile yardımlaşılmış. 







   Sahne geçişleri çok çeşitli. 280 farklı mekanda 650 sahne çekilmiş. Kâh Ankara'da meclis yatakhanesinde korku ve ümit arasında gelecek müspet haberleri bekliyor, kâh Anadolu'da türlü sefalete rağmen "kağnının kamyonu mağlub edeceği" ümidiyle elinizde avucunuzda neyiniz varsa feda ediyor, kâh Lloyd George ve Winston Churcill'in masasında türlü entrikaya şahit oluyor, kâh İstanbul'un işgali ve Saray'ın içinde bulunduğu yeise karşı kaşlarınızı çatıyorsunuz. Burada üç cephe söz konusu: evvelen Türk'ü Anadolu'dan sökmeye azmetmiş beyhude gayretteki düşman cephesi; saniyen bu cepheye karşı mücadele edip canını feda etmeye hazır Türk Milleti; salisen her devirde mevcut olan, mevzubahis gayret ve fedakarlıkları küçümseyip bu gayretlerin akim kalması için gizliden gizliye perde ardında çalışma yapan içimizdeki güruh. Yani durağan ve sıkıcı bir seyir söz konusu değil. Her an yeni bir gelişme ile karşı karşıyasınız ve çok çeşitli mekanlarda birçok koldan mücadele var. Hissiyat ve halet-i ruhiye çok güzel yansıtılmış.Replikler tarihi metinlerden alınmış ve bu kaynaklara riayet edilmiş. İlk bölümden itibaren yıllarca savaşlardan yorgun düşen ahali ve komuta kademesinin dizi ilerledikçe ümitsizlik ve bıkkınlığının yerini ümit ve azmin nasıl aldığını hakkalyakin olması dahi en azından aynelyakin surette hissediyorsunuz.

Prof. Dr. Muammer Sun
   Bu hissiyatın oluşumunda görüntü kadar müziklerin de çok büyük ehemmiyet arz ettiğini belirtmekte fayda var. Bu noktada Muammer Sun, üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiş. Filmin müzikleri Senfonik İzmir Marşı, Bozkırın Sesi, Hüzün, Yunan Ağıtı, Sevda Çiçeği sizi mestediyor. Filmi izledikten sonra dahi aradan ne kadar zaman geçse de hasbelkader dinlediğinizde söz konusu eserler sizi sarsıyor.

   Diziyi izlerken bazıları vefat etmiş, bazısı hala berhayat olan kiminin adını değil de sesini ya da yüzünü çok iyi bildiğiniz birçok usta oyuncuyu görmek ise geçip giden zamanın ne kadar kıymetli olduğunu ve vaktin en verimli şekilde değerlendirilmesi gerekli, geri getirilemez bir nimet olduğunu tekrar yüzünüze çarpıyor. Mesela oyuncular hasebiyle bende ortaya çıkan en büyük etki Savaş Dinçel'in  Ekmek Teknesi'ndeki Nusret Baba yüzünün artık İsmet Paşa rolüyle iki adet yansımaya bölünmesi oldu. Nitekim Rutkay Aziz'in Avrupa Yakası'ndaki Bülent zihnimde arka plana düştü.
   Dizinin maliyeti konusuna gelince Yiğit Köseoğlu #tarih dergisinde aşağıda bahsedeceğimiz konuya dair bir yazı yazmış ve bu yazıda maliyetin o günlerde 37.6 milyar TL'ye bugünün (2016) parasıyla ise 16.5 milyon TL'ye tekabül ettiğini ifade ediyor.

 


 EK1: Dizi o denli bir etkiye sahip olmuş ki Milli Piyango İdaresi 30 ağustos biletinin üzerine Rutkay Aziz'in siluetini basmıştır ve bu 22 yıl sonra matematik profesörü, tarih araştırmacısı, koleksiyoner Haluk Oral tarafından fark edilir. ( http://www.hurriyet.com.tr/gundem/milli-piyango-mustafa-kemal-ve-rutkay-azizi-nasil-karistirdi-40308256 )

   EK2:Kurtuluş yayınlanmadan önce dizi setinden kamera arkası çekimler yapılmış ve kısa bir belgesel olarak şu adreste bulunuyor: https://www.youtube.com/watch?v=RMnfm9awp3g

Son olarak sizleri 5.bölümün son kısmındaki 26 ağustos Büyük Taarruz başlangıç sahnesiyle baş başa bırakıyor, hürmetlerimi arz ediyorum:




Taha Yüksel - 26.08.2019