"...Aradıkça dirisin
Aradıkça mecalsiz kaldı kibrin.
Aradın ve anladın
Arayış sahicilik vaktine erişsin istiyorsan
Haber almakla yol tüketilmiyor
Senin kendin
Haber olsa gerektir..."
Aramak bir yolculuğa çıkmak eyleminin belirsizliğinden ötürü olsa gerektir ki barındırdığı heyecana mukabil bir kaygıyı da bünyesinde muhafaza ediyor. Sadece menfi değil bu kaygı. Aynı zamanda merhum Ömer Lütfi Mete'nin ifadesiyle "insanın içini mahşer dışını tenha" kılacak surette şaşırtıcı lakin müspet bir eylem. Pek tabi bir yanardağın ne zaman patlayıvereceği belirsizliğiyle yahut bir depremin ne zaman olacağı saptanamazlığıyla deveran eden bir rulet. Kimi zaman varış hayaliyle Şeyh Galib'in ifadesiyle "...gehî zîr-i serde desti geh ayâğı koltuğunda düşe kalka..." ilerlenen bir yol, kimi zaman da Fuzûlî'nin ifadesiyle "Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?" diye serzenişte bulunulan bir kürsü oldu aramak. Oysa ki aramanın ve de yolda çekilen cefânın verdiği meşakkate daha başında razıydı yola çıkan. Yahut bu denli meşakkatin varlığından bihaberdi fakat tanıyınca bu meşakkati ondan lezzet aldı ve aslen kabullense de onu, isyanın da tadılası bir lezzet olduğunu farketti. Tabi ki bu yola çıkışın ve devam edebilme cür'etinin bir faydası vardı eğer fayda olarak nitelenebilirse: mecalsiz kalan kibir. Öyle ki kibrin yok edilmesinin anlamlılığı değil de kibrin var olma serüveninin anlamsızlığı daha şık göründü, mesela bir yonca üstündeki bir uğur böceği yahut bir dere üstünde bir çırpı gibi. Anlamak gereklilik arz eder miydi sahiden? Mesele anlamaktan öte kabul ya da ret arasında gelgitleri sona erdirmekten mi ibaretti? Arayış sahicilik vaktine erişmeyi diliyorsa iki dere arasında kalmak vazgeçmeye sebep olamazdı çünkü köprü yerine getirilebilir bir çözüm olarak orada uykudaydı. Sadece uyandırmak görevi yüklenebilirdi ona.
The Fountain (2006) |
Ölümün önlenemezliği karşısında sınırlı bir süre zarfında aramaktan başka ne olabilirdi Sartre'ın varlığa karşı oluşan bulantısını ve de dizginlenemez nefreti kementleyecek? Oysa boşa geçen onca arayış süreci neticesinde hak edilen geldiğimiz gibi tekmeleyerek ve de bağırarak gitmek miydi? Bunun bir neticesi olmayacak denildi mi hiç ya da buna dair en ufak bir şüphe oluştu mu zihnimizde? Velev ki denilmişti bunun sonu yok diye, soruyorum "haber almakla yol tüketilebilir miydi?" Muhbir Arapça bir kelime ve manası da haberi ulaştıran demek. Bu kelime dahi yetiyor aslında haber almakla yolun tüketilemeyeceği gerçeğini ispata. Belki muhbir yolu tüketen olabilirdi, tabi ki her zaman böyle değildir ama en nihayetinde haberin ulaşma süreci bir yol tüketme seçeneği sunuyor en azından muhbir için. Muhbir tüketti de yolu pekala haber alan yolu tüketebildi mi? Bilemiyorum belki yolu tüketemese de kendi tükenmiş olabilir. Değil mi ki öyle haberler vardır. Dağlar, dereler, tepeler aşar; yolu tüketir ama en nihayetinde haberi alacak olana ulaşınca onu da tüketiverir.
Ve en sonunda anlaşıldı ki yolu tüketmenin asıl imkanı haber olmakta gizli. Her ne olsa da muhbir yolu katetmese de, haber alan haberin ulaşmasına değin yolu tüketmese yahut haber onu tüketmese de haberin kendisi olmak yolu tüketmeye imkan sağlıyor. Öyleyse "senin kendin haber olsa gerektir".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder