3 Mart 2020 Salı

İdlib Şehitleri



   Bir can ola, bin can ola var mı ki bir fark aralarında? Ha kıvılcım ha gayya! Değmişse yüreğe ola mı ki aralarında bir fark? Yanan değil yürek, dökülen değil gözyaşı, görülen değil mahşer. Öyle ki mümkün değil yaşananlar geçiştirile "acı" diye tarif ile. Nicesi gitti böyle, nicesi koştu ardında kimi kimsesi kaldığını sormadan kendine. Kimi daha taze gençlik heyecanıyla takmıştı yüzüğü parmağına, kimisi daha koklayamamıştı yavrusunun saçlarını içine çeke çeke, kimisi daha yeni kaybettiydi babasını. Dertleri değildi nam, şan, şöhret. Hayalleri değildi apolet ya da marifet. Hiç de düşülmemişti onlarca hesabına üç liranın beş kuruşun ki düşeler bir bir toprağa. Zira toprak, ana gibiydi onlar için. Mesela sancılanırken bir yanları nasıl buldularsa kendilerini analarının kucağında, öyleydi sarılıp girmek koynuna vatan toprağının. Gökten gelenle çokça muhatap olmuşlardı: belki yağmurdu çiseleyen, belki doluydu takır tukur eden çatılardan, belki kar taneleriydi ışıl ışıl düşen. Ama bu sefer farklıydı gelen, ama bu sefer hiç muhatap olmadıkları bir kelam. Sırma kanatlı, göz yakan parıldayışlı meleklerin omuzlarında geliyordu kelam-ı ilahi. Reddedilesi değil, vazgeçip de dönülesi değil, iradî değil, kasdî değil. Büsbütün nasip, büsbütün ikram, büsbütün delil. Sanki bir ağırlık dünyalar yükü ama kuş tüyü misali kaldırılabilir. Bir ılık hava yanak okşarcasına pürüzsüz ve de kusursuz. Bir ufak rahatlama ama keyfî mi? Hiç değil.Göğüslerinden kalkar gibi ne yük vardıysa şimdiye değin sırtlanılan. Havalanırcasına, uçarcasına, buharlaşır gibi sanki bir geçiş. Sayılamayacak kadar ışık zerreleri, görülemeyecek kadar nur. Bilinmezliğe yol alışın yok kaygısı ve de korkuyla karışık merakı. Ardında bırakmışlık üzüntüsü yok, hüzün değil bu. Sanki bir kapı açılmış da ezel, ebed, adem, vacib her ne varsa aklın sınırlarını aşan görünür vaziyete bürünmüş. Sanki konuk olarak değil de ev sahibi olarak giriyorlar. Bir bir, saygıyla, hürmetle, birbirlerini buyur ede ede. Yok pişmanlıktan katre. Bir yeşil, yemyeşil çayır çimen tepeden papatyalar, goncalar, gelincikler arasından giriyorlar bir bir kapıdan. Parmakla saymak edebsizlik olsa gerek ki bundan ola görenler o anı, bilmiyorlar kaç kişiydiler o nur kafilesinin göz kamaştırır neferleri.

   Ama kapanınca kapı son girenin örtmesiyle birden etraf karanlık, kapkaranlık oluveriyor. Yemyeşil tepeden eser yok. Artık her yer kupkuru, zifiri, katranvari, çorak hem çöl. Kamaşan gözler artık kör oldu. Bakmak aldı yerini görebilmek lütfunun. Rakamlar konuşuldu 9-22-29-33-34 diye. İdrak edemez oldu geride kalanlar. Bilemez oldular sırrını o anın.

   O andan sonra gökten yağanın adı bomba, gözden düşenin adı gözyaşı, dilden gelenin adı taziye oldu. Yoktu bir düzine yürek ki hissede acıyı. Sade avuntu işte, kandırmaca ben de andım, ben de bildim diye. Oysa yanan artık bir alevdi ve düştüyse bir yere ki çoğunlukla bir köy-kerpiç evine ama en nihayetinde yanan ana, yanan baba ve yanan yar yüreğiydi. Ateş o an yakar oldu, öncesi yoktu varlığının. Sanki o an göndermişti yeryüzüne ateş denen şeyi buzdan bir fanus içinde celal sahibi. Sonra çığlık "yârim" diye ve çığlığın ardı çığlık ona eşlik eden "ahh yavrum" ile. İşte öylesini ne hissettim ne de bildim ki yazayım.